31 Ekim 2010 Pazar

KOKU

Bir kitabı okuduktan sonra filmini seyretmeyi seviyorum. Genellikle hayal kırıklığına uğrasam da sanırım kitabı okurken karakterleri ve mekanları zihnimde oluşturmakta zorlandığım için ihtiyaç duyuyorum buna. 'Koku' ile ilgili yaptığımız güzel toplantıdan sonra da yorum yapmak için önce filmini seyretmek istedim. Filmi bulmam biraz gecikti, kusura bakmayın:)
Kitabı okuduktan sonra etrafımdaki cisimlerin kokularını daha dikkatli incelediğimi farkettim. Bu anlamda üzerimde kalıcı bir etki bıraktığını söyleyebilirim. Gerek kurgusu, gerekse dili ile oldukça sürükleyiciydi.Bilhassa sonunu çok beğendim. Arka kapağında yazdığı gibi gerçekten Kafkaesk bir yönü vardı. Bir dönem romanı olarak da çok başarılıydı. Yazar, okuduğum ilk kitabı olmasına karşın, özgün kurgusu ile diğer kitaplarını da okuma isteği uyandırdı bende.
Filme gelince elbette kitap kadar büyük bir etki yaratmadı üzerimde, fakat kitaptan uyarlama diğer filmlere nazaran çok başarılı bulduğumu söylemek istiyorum. Önemli detaylar atlanmadan iki saate gayet güzel sığdırılmış.
Bundan sonraki toplantımızda tartışacağımız Uğultulu Tepeler'in filmini şimdiden aramaya başladım. Ona yazacağım yorumun bu kadar gecikmeyeceğini umuyorum:)
Bu güzel organizasyon için Cem'e ve Süleyman'a teşekkür ederim. Uğultulu Tepeler'de görüşmek üzere.

24 Ekim 2010 Pazar

Uğultulu Tepeler

Erkek Adam Okur'da kasım ayının kitabı olarak seçilen 'Uğultulu Tepeler', 19. yüzyılın ünlü İngiliz kadın şairi ve romancısı Emily Bronte'nin 1818-1848 yılları arasındaki 30 yıllık ömrünün bitmesine bir yıl kala yayımladığı ilk ve tek romanı. Kızkardeşleri Charlotte ve Anne ile birlikte şiir kitapları da çıkaran Bronte, 'Uğultulu Tepeler'de çocukluğunun geçtiği kapalı ve boğucu bir havası olan yöreleri anlatırken döneminin edebiyat kurallarını zorlayan duyarlılığıyla dikkat çekti. Anlatımındaki derinlikle başarılı bulunan ve ele alınan kahramanların her çeşit karmaşıklığını ve iç dünyalarını aktarmadaki özgünlük açısından günümüzde bile başarılı bulunan 'Uğultulu Tepeler'in 19. yüzyıl romanında önemli bir yeri vardır.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Koku

Dün akşamki toplantı gerçekten de çok keyifliydi. Her şeyden önce grubun kurucusu Cem'e, bizleri bir araya getirdiği için; ardından Bahadır'a, böyle bir oluşuma destek verdiği için çok teşekkür ederim. Umuyorum ki önümüzdeki günlerde "Erkek Adam Okur" gerek seviyeli tartışmalarıyla gerekse de sosyalleşme açısından önemli bir misyonu yerine getirecektir.

Uzun yıllar devam etmesini temenni ettiğim etkinliklerimize, Patrick Süskind'in Koku adlı romanıyla güzel bir başlangıç yaptığımızı düşünüyorum. 18. yüzyıl Fransa’sında geçen roman, koku alma duyusu fazlasıyla gelişmiş olan Jean-Baptiste Grenouille isimli gencin yaşadığı evrimsel süreci gözler önüne seriyor. Paris’te bir balık tezgahının altında gözlerini hayata açan Grenouille’ün zorlu yaşamı, eşsiz yeteneğini ölümcül bir ideale yönlendirmesiyle fantastik bir boyut kazanıyor. Vurucu bir finalle sona eren roman, okuyucuyu kokuların egzotik dünyasında keşfe çıkarmakla kalmayıp, ciddi bir toplumsal eleştiriyi de içinde barındırıyor. Alman Edebiyatı'nın mihenk taşlarından birisi olarak kabul edilen Koku'yu okumamış olan tüm kitapseverleri, bu duyusal serüvene ortak olmaya davet ediyorum.

19 Ekim 2010 Salı

TOPLANTIMIZ

Toplantımız güzel geçti.Katılan arkadaşlarımız Bahadır ve Süleyman'a tekrar tekrar teşekkürler. Sohbet koyuydu. Herkes vaktinden önce orda oldu.Daha kasada kahveler alınırken kaynaşıldı.Kitabı tartışırken birçok başka yazarlar ve başka kitaplardan söz açıldı.Faulkner'den girdik Sartre'dan çıktık. Hasan Ali Toptaş'la başladık Murat Uyurkulak'la bitirdik.Ben her iki arkadaşımla da biraya geldiğime çok memnun oldum. Önümüzdeki günlerde yeni mekanlar ve yeni kitaplarla karşınızda olacağız..Herkes birbirini dinledi.Herkes başka bir kapıyı açtı.Biri bir diğerinin göremediği bir noktayı işaret etti.Mekan Kadıköy Starbucks'tı. Bir sonraki ayın moderatörü Süleyman.Görüşmek üzere diyorum.Herkese sevgiler saygılar.

KURMACADA BEŞ DUYU

Kitaba tanıtım yazısında da belirttiğim gibi çok hızlı başladım ancak ortalara doğru özellikle Grenoulle'nin mağarada yaşamayı sahnelerden itibaren biraz sıkıldım.Bu sahneler bana inandırıcılığı düşük ve zorlama geldi ancak ne zaman Grenoulle tekrar bir parfümeri dükkanında çalışmaya başladı o zaman ben de tekrar romanın dünyasına zorlanmadan girdim.Romanın Almanca orjinal adı Das Perfume. Roman parfüm imalatı nasıl ortaya çıktığı ve o dönemde ne şekilde imal edildiğiyle ilgili önemli bilgiler veriyor. Örneğin yağda kaynatılıp koku özü alınan çiçekler adeta ölü gibi çöpe atılıyor. Tıpkı Grenoulle'ün öldürdüğü kızlar gibi. Bu benzetme bana  Grenoulle'ün sosyopatlığını duygusuzluğunu açıklaması bakımından çok anlamlı geldi.Sonlara doğru özellikle Richis karakteri ve Grenoulle karakteri arasındaki kaçma kovalamaca oldukça heyecanlıydı ama bende her okur gibi son kurbanın kurtulmasını istedim.Maalesef olmadı.Son bölümde bütün bu ölülerin tüm insanlığı dize getirecek kadar güçlü bür kokunun oluşması adına öldüklerinin ortaya çıkması biraz da olsa acımızı hafifletti gerçi. Ancak yine de zannederim hiçbirimiz Grenoulle'ü affetmeyeceğiz. Roman kesinlikle koku duyusunun işlenmesi açısından son derece başarılı. Umarım kendi yazdığım metinlerde de bundan sonra koku duyusunu daha iyi kullanır hale gelirim.Son bölümler kitabın kapağında " benzeri Kafka'nın romanlarında görülen..." diye tarif edilmiş.Bu yüzden açıp da o son bölümü okumamak için kendimi zor tuttum. Bu aslına bakarsanız basbayağı bir toplum eleştirisi.Koku uğruna cinayetler işleyen bir adama öfke dolu bir halkın benzer bir koku kendilerine sunulduğunda takındıkları tavırlar ve sonrasında görmezden gelme bastırma, yansıtma, içselleştirme bağlanmında bakarsak bir başkasını idam etmeleri son derece manidar.Son bölümde Grenoulle'in yamyamca yenilmesi bana göre tüm bu son bölümü de içine alan bir incil göndermesinden başka birşey değil.Çarmıha gerilecek olan kişinin koku vesilesiyle tanrılaşması ve devamında öldürülmesi.Bilenler bilir Hristiyanlıkta ayinler sırasında ekmek ve şarap yenir ve ekmeğin Hz.İsa'nın eti, şarabında kanı olduğuna inanılır.Romanda beğenmediğim bir başka yönde sayfa 149 ikinci paragrafta olduğu gibi hikayenin yazar tarafından zaman zaman kesilmesi.Bu da yazarın tarihçi kimliğinden kaynaklanıyor olabilir ya da yazarın inandırıcılığı arttırmak adına başvurduğu yollardan biri olabilir. Sonuç olarak ben de romanı beğendim ve Suskind'in ustalığını takdir ettim.Moderatör olarak okuyan ve toplantıya katılan arkadaşlara teşekkür ederim..

1 Ekim 2010 Cuma

BABAMIN ETTİĞİ BOKTAN LAFLAR

Normalde bu blokta bu tarzda kitaplara yer vermeyi planlamıyorum ama bu kitabı D&R da gezerken öylesine almıştım (üzerinde Mayıs 2009'dan beri New York Times'da best seller olduğu yazıyor) fakat kitap beni resmen içine çekti. Kitabı alır almaz, alışveriş merkezinin restaurant katında bir masada vakit geçirmek için okumaya başladım. (Beğendiğim bir montun uygun bedeninin depodan gelmesini bekliyordum).Bu bir saat nasıl geçer derken, bir buçuk saat sonra mağazaya döndüm.Kitap o kadar komik. Tanıtım yazısında da dendiği gibi bazı yerlerde durup kahkahalarla güleceksiniz.Örneğin: Su kaydırağından neden kaymak istemediği sorulduğunda? "Bir tüpten10 yaşındaki çocukların sidiğiyle dolu bir havuza fırlatılmak istemediğini" söylemesi. Ya da Schindler'in listesini seyrederken oğlunun şeker istemesi hakkında; Ne istiyorsun -ne -Şeker mi? O. çocukları insanları gaz odalarına atıyorlar ve sen şeker mi istiyorsun? demesi gibi beni çok güldüren şeyler var bu kitapta. Aynı zamanda bir senaryo yazarı olan Justin Halpern kitabın yazılma süreciyle ilgili olarak; önce birkaç arkadaşının takip ettiği, babasının sözlerini yazdığı, twitter bloğunun, zamanla ellibinin üzerinde follower'a sahip olması üzerine , kuzenleri, kardeşleri ve annesiyle, babasının geçmişte söylediği şeyler üzerine konuşup, notlar aldığını ve kitabın bu notlardan çıktığını söylüyor. Kitabın yayınlanmasından sonra, şu an "Shit my dad says" twitter bloğunun iki milyona yakın follower'ı var. Evet yanlış okumadınız tam 1,770,000 takipçisi var bloğun. Bence hiç de öyle iddia edildiği gibi boş bir kitapta değil. Küfürlü ve kaba da olsa adamın oğlu Justin' e verdiği birçok öğüt çok yerli yerinde...Özetle ve özellikle bloğumuzun erkek takipçilerine; 'Alın, okuyun, pişman olmazsınız' diyorum. Saygılarımla. İyi okumalar efendim...